Başbuğlar yetiştirilmezler onlar başbuğ hasletleriyle doğarlar

Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ardından Şevki Yazman imzasıyla Ulus gazetesinde yayınlanan yazı;

Başbuğlar yetiştirilmezler. Onlar tam hasletleriyle doğarlar. Bundan dolayıdır ki milletlerin hayatında başkumandanlar enderdir.

Her sanatkâr gibi başkumandan da kendi sanatının eri olmak zorundadır. Ancak ondan öteki sanatkârlarda olduğu gibi sanatına hâkim olmak istenmekle beraber ayrıca hem yaratıcı bir dehâ ve başka sanatkârlardan beklenmiyen meziyetler de talep edilir: Tarifi güç bir ölçüde mesuliyeti üzerine alma kudreti, azim, karakter, ordu ile milletin her ferdine karşı sonsuz bir bağlılık ve onları bu küvetin menfaatine doğru yöneltme ve güdüm..

“ Ancak ulusun hayatım idame için kafasiyle, azmiyle, yüreğiyle harbi güdecek olan insana başkumandan denir.,,

Bunları modern harbi anlatan ünlü bir kumandanın kitabından aldığımı söylemezsem şüphesiz ki hepiniz ölümü hepimize sonsuz bir yas olan Büyük “ Ata” mızın meziyetlerini sayıyorum zannederdiniz. Bu meziyetler ve hasletler ne kadar Onun öz malı ise O da o kadar “başkumandan,, sözünün canlı timsali idi. Bu timsal daima canlı kalacak ve daima milletin ve ordunun önünde onun beyaz eli inkılâbın hedefini gösterecek, ulaşılacak amaçlara işaret edecektir.

Başkumandanlık hasleti doğuşta mevcut olur demiştik. “ Ata” mızm bütün askerlik hayatında bunun ispatlarım görürsünüz: O henüz çok genç bir yüzbaşı iken ve Garbı Trakya’da yapılan bir manevrayı tenkit ederken yaşlı başlı kolordu kumandanını önüne baktırmıştı. Başkumandanlık dehası o vakitten kendisini göstermişti.

Trablusgarp’ta başıbozuk araplarla italyanlara karşı koyarken de bu dehanın izlerini görebiliriz. Fakat Onun büyük hasletlerinin meydana ve dünya önüne çıkması için Çanakkale boğuşmasının gelip çatması icap etmişti. Çünkü gene yukarıda zikrettiğimiz ünlü kumandanın dediği gibi “başkumandanın kurtarıcı deha ve kabiliyetinin meydana çıkması ancak muharebe meydanında kabildir. Sulh zamanında en iyi kumandanlık hassası gösteren askerin bile başkumandan olup olamıyacağmı kimse tayin edemez.

Hakikaten de böyle oldu. On dokuzuncu fırkanın henüz kaymakam olan kumandanı Gelibolu yarımadasının en sivri ucundaki müdafaa vazifesini aldığı vakit ancak otuz dört yaşında idi ve fırka kumandanlığında henüz tecrübeler toplayamamıştı. Fakat bu tecrübesizlik ve gençlik Onu anlı şanlı bir osmanlı müşürünün, beşinci ordu kumandanının, göremediği ve anlıyamadığı tehlikeleri sezmekten menedemedi. Vakıa rütbesi küçük olduğu için daha düşman karaya çıkmadan gördüğü tehlikelere göre tedbir aldıramadı. Fakat düşman ordusu deniz filosunun kasırgaları arasında sahile çıktığı vakit o hiç bir emir beklemeden, kendisine verilmiş ihtiyatlık vaziyetini düşünmeden fırkasını arkasına dizdi, en can alacak yere Koca çimenlik üzerine ulaşmakta bir dakika tereddüt etmedi. O derecede ki eğer Mustafa Kemal’deki bu başbuğluk hasleti, mesuliyetten çekinmemek kahramanlığı meycut olmamış olsaydı daha ihracın birinci günü, yani 25 nisan 1915 de Çanakkale düşmüş ve her şey bitmiş olurdu. Çanakkalede herşeyi Onun bu birinci gündeki kahramanlığına ve anadan doğma başkumandanlık hassasına medyunuz.

Bu tecrübe Onun kıymetini ispata kâfi görülmemişti ve rütbesinin küçüklüğü Onu ön siperlere sürüklemişti. Tam üç buçuk ay huzur ve istirahata ehemiyet vermeden en ön hatlarda Mehmetlerinin safları arasında boğuştu durdu ve Onu ancak ikinci bir güç durum, Anafartalara ihraç ordu kumandanının hatırına getirdi.

Üç buçuk ay kanlı siperler içindeki savaşmadan hasta düşmüş olan bu insana bu güç durumdan nasıl kurtulabilineceği suali sorulduğu zaman:

— Azimkâr bir kumandan eliyle! cevabını vermekte tereddüt etmemişti. Bu biricik kumandan kendisiydi. Bunu bizzat kendisiyle konuşan ordu kumandanı da biliyordu. Fakat bu genç insanın emrine birden yaşının 6ayısı kadar alay teslim edilebilir mi idi? Tereddüt ettiği nokta bu idi. Bizzat kendisinden sordu:

— Bu kadar küvet sana çok gelmez mi?

— Hayır, az gelir. Anafartalar ve Kocaçimen harikalarını ancak bu azim ve nefsine sonsuz itimat doğurdu.

Ön siperden hasta olarak ayrılan genç kumandan bütün gece at üstünde yürüyerek iki kolordunun başına geldiği vakit artık iyileşmişti. İçindeki tarif edilmez derece büyük irade Ona sıhatini iade etmişti. Evvelâ on yedinci kolordu ile Anafartalara taarruz ederek düşmanı durdurdu ve geri sürdü ; sonra da gene hiç bir istirahat ve uyku düşünmeden tekrar Kocaçimene koştu.

Burada vaziyet çok kötü idi. Elde taarruz edecek yıpranmamış bir küvet yoktu. Arkadaşları tavsiyede bulundular :

— Sen bilirsin, ama hemen bu gece taarruzu biz muvafık bulmuyoruz. İstersen yarını ve yeni küvetlerin gelmesini bekle! dediler. O tereddüt etmeden cevap verdi:

— Hayır, yarın sabah taarruz edeceğiz. Yarın bize yeni küvetler gelebilir ama ingilizler de daha fazla küvet almış ve daha iyi yerleşmiş bulunurlar.

Mevcut kuvetlerle Cönk bayırına taarruz etti. İngilizleri amansız bir surette hırpaladı ve buradan geri attı. Bu şiddetli darbeden sonra Çanakkalede belli başlı bir taarruz görülmedi. İlk günü kurtaran O idi. Düşmanı artık kıpırdatmıyacak son darbeyi gene O vurdu. Bu darbeden türk vatanı kurtuldu ve koca rus çarlığı açılamıyan bu Çanakkale kapısı yüzünden yıkıldı ve çöktü.

O anadan doğma başkumandandı. Bozgun, azlık, ricat hiç bir şey Onu yıldıramadı. Kafkas’ta soğuktan ve açlıktan ölenlere, Suriye’den kaçmaktan bitenlere O düzen verdi. Filistin’­den Haleb’e kadar tek kurşun atamıyan yıldırımla vurulmuşa dönmüş olan Yıldırım ordularına Halep’ten bir az yukarıda cephe tutturup düşmana “ Dur” dedirten gene O oldu.

Hattâ feci Mondros mütarekesi bile Onu yıldıramadı. Bütün ordu varını yoğunu düşmana teslim ederken İstanbul’a “zelilâne boyun eğmekten imtina etmeyi tavsiye eden biricik kumandan gene O idi.

Ve nihayet ordusuz, krtasız ve memuriyetsiz olarak İstanbula döndüğü zaman yaradılışın kendisine bağışladığı başkumandanlığı bırakmamıştı. Kuracağı orduların hesaplariyle meşguldü.

Küçük rütbe ve makamının kendisini attığı ikinci plândan ön safa geçerek büyük kudret ve dehâsının tecellisini göstermek için yalnız düşmanla değil, kendinden yukarıdakilerle de daimî mücadele zorunda kalmış olan “Atatürk” tam serbesti ve kendi iradesine uygun hareket imkânını ancak Anadolu’ya ayak bastıktan ve istiklâl savaşını açtıktan sonra bulur. Fakat talihsizlik şuradaydı k i; bu zamanpa cıa ne ordu, ne küvet, hattâ tam mânasile ne de memleket kalmıştı. Bunların hepsini yeniden yaratmak ve bu yaratılan küvetle yarım düzine düşman ordusuna galebe çalmak gerekiyordu. Mağlûp osmanlı devleti enkazından böyle bir ordu kurmayı ancak Onun harikulâde kuvetli azmine malik olanlar düşünebilirdi. Normal muhakeme kudretine malik olanlar ise Onu olmıyacak bir işin peşine sapmış görüyorlardı. Bu gibi hallerde vukuu tabiî olan şey başa geldi. Düşman İzmir’e çıkmıştı. Yavaş yavaş ilerledi; Balıkesir’i, Bursa’yı, Manisa’yı aldı. Afyona, Eskişehir’e geldi. Herkes bundan korkuyor, yılıyor, memleket içinde panik hüküm sürüyordu. Her tutulan hat düşüyordu. Harpten mağlûp çıkmış ve bütün teşkilâtı dağıtılmış bir orduya bu hal mukadderdi.

Başlangıçta Onun tarafını tutmuş olanlar bile:

— Ne oluyoruz? Bu çekiliş ne zamana kadar devam edecek? Eskişehir düştü, yarın Ankara da düşerse nerede tutunacağız? Neden vâdettiğin mukavemeti göstermiyorsun? diye çıkışmıya başladılar. Hattâ daha ileri gidenler de oldu, mesuliyet aranmasını, geri çekilmiye sebep olanların cezaya çarptırılmasını bile talep edenler bulundu. O, sarsılmaz sinirleriyle bunları öfkelenmeden dinledi ve tekmil bu heyecanlı sahnelerden türk yurdu için yalnız “ fayda” 1ar çıkardı. O zamana kadar kurulmuş olan ordunun bizzat başına geçti. Yeni bir kanun o vakte kadar filen başkumandan olan insanı bu sefer ismen de “başkumandan,, naspediyordu. Geriye çekilen ordunun ve bu çekilişten kuşkulanmış olan milletin önüne şu formülü koydu:

“Hattı müdafa yoktur, sathı müdafaa vardır ve bu satıh bütün vatanın yüzüdür.,,

Ondan sonrasını biliyoruz. Sakaryaya kadar gelen ve hattâ Ankara’ya yaklaşan düşman bu formül karşısında ve bu geniş vatan sathı üzerinde dağılıp gittiğini ve daha da gideceğini anladı. Geri çekildi. Türk ordusu müdafaadan taarruza geçmişti. Ümit edilmiyen, imkân görülmiyen zafer yüz göstermiye başlamıştı.

Anadolu’da düşmanlarla yapılan hiç bir muharebede bilânço bizim lehimize olmamıştır.

Bizzat yunan ordusunun imhasiyle neticelenen “Başkumandanlık,, muharebesinde bile insanca en az 20.000, silâhça bundan da fazla noksanımız vardı. Cephane, yiyecek, elbise, hulâsa maddî hiç bir cihetçe üstün değildik. En büyük üstünlüğümüz bizde tam bir “ Başkumandan” bulunması ve yunanlıların bundan mahrum olması idi.

Bizzat yunan ordusunun imhasiyle neticelenen “Başkumandanlık,, muharebesinde bile insanca en az 20.000, silâhça bundan da fazla noksanımız vardı. Cephane, yiyecek, elbise, hulâsa maddî hiç bir cihetçe üstün değildik. En büyük üstünlüğümüz bizde tam bir “ Başkumandan” bulunması ve yunanlıların bundan mahrum olması idi.

Dumlupınar’da düşmanından daha az bir küvetle onu çevirip imha eden “Başkumandan” strateji üstatlarının klâsik şaheserler diye tavsif ettiği muharebelerin tam bir aynını vücuda getirmişti: büyük bir cesaretle ordusunun büyük kısmını düşman yanında topladı, azimle düşman müdafaa hattının yanına saldırarak yardı, durmadan, korkmadan düşman gerisine düştü, geriye giden yolları kesti, büyük kısmını esir etti, esir olmıyanları da dağıttı.

Artık “düşman vatanın harîm ismetinde,, boğulmuştu ve Atatürk’ün karşısında şimdi yalnız nereye kaçacağını şaşırmış bir yığın kalmıştı. Büyük Başkumandanın filî askerlik hayatı böylece ölçüsüz bir zafer ve askerlik sanatı bakımından tam mânasiyle bir “şaheser,, ile biter. Bundan sonra millet için daha başka yollarda, daha başka sahalarda harikalar meydana getirmek üzere filen orduların başından ayrıldı.

Artık, Onun önderliği altında millî birliğini bulmuş, millî idealine doğru yönelmiş bir millet vardı. Geçen inkılâp yıllarımızı birer birer hatırlıyacak olursak “yurtta ve cihanda sulh,, u ülkü edinen bu milletin toplu bir ordu gibi medeniyet ve ümran savaşına girdiğini görürüz.

Bu ordu-millet, gene o yaradılışta başkumandan olan Büyük Şefinin kumandası altındaydı. Her zaman toplu ve her zaman ona bağlı çalışarak bütün dünyanın hayreti önünde bu harikaları yaratmıştır.

Dün, Büyük Ata, Büyük Şef ve Büyük Başkumandanının fani varlığını ebediyet âlemine intikalini bildiren acı haberi alan ve alınca bir tek göz gibi ağlayıp bir tek kalp gibi çarpan türk milleti, her zaman Onun ordusu, O, her zaman türkün Başkumandanıdır.

Şimdiye kadar “ gazi,, silâh arkadaşlarının başında kumanda eden Onun maddî varlığı gibi bundan sonra “ şehit,, çocuklarının yanında yaşıyacak manevî varlığı da türk denilen ordumilletin başında ve önündedir.

Ebedî Başkumandanın aziz hâtırası önünde eğilelim. .

Şevki YAZMAN

11 Kasım 1938 / Ulus Gazetesi Arşivi