Cem Karaca: Hasret günlerim / Yazı Dizisi 3. Bölüm

Cem Karaca’nın yurda dönüşünün ardından 1987 Eylül ayında Güneş gazetesi için kaleme aldığı 7 bölümden oluşan yazı dizisinin üçüncü bölümü: Korkunç bir yalnızlıkla baş başaydım

“Yurda dön” çağrısı bir bomba gibi patlamıştı, hayatımda. Münih’teki küçük müzik dükkanında yanında çalışan çocuk ve o bütün gün müşteri bekliyorlar, akşam da kasaya bazen tek kuruş girmeksizin dükkanı kapatıyorlardı. Hafta sonları 20 ya da 30 mark hasılat ya oluyor ya olmuyordu.

Dükkan Münih’te Goethe Caddesi’nde Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir yerdeydi, altında Marmara Restoran, karşıda Ali Baba Börekçisi sağlı sollu exportlar, tercüme büroları ve ince, orta, kalın, kaçak işleri hep buralardaydı.
Dükkan küçük ama zevkliydi. Türkler için her türlü kaset, plak ve kitap bulunabiliyordu. Plak ve kasetleri müşteri isterse kulaklıkla dinleyebiliyordu. Akşamları ise viski tezgahını kurarlardı o ve gelenler. Sonra rakı ve gelsin kebaplar…

O gün 3000 DM’lik bir senedim vardı. Alacaklı Almanya’daki kaset üreticilerinden Türküola firmasıydı. Satmak için kaset almış senet vermiştim. Kasada zor bela topladığım 820 mark para vardı. Türküola’nın adamı Ümit içeri girdiğinde al dedim. “800 mark para, üstünü kasetlerini geri alırsın ödeyebilirim.” 2200 mart, 400 kasetin toptan satış fiyatıydı. Raflar boşalıvermişti. Yanımda çalışan Bekir’e kalan 20 markı verdim “git bir viski al” dedim, aldı geldi. Kapıya “kapalı” levhasını astım. Harç bitmişti yapı paydostu. Hayatımdaki ilk ticaret denemem böylece zararla kapanmıştı.

Dükkan ilk başlarda iyiydi, ama yurda dön çağrısı ile beraber her şey tersine dönüverdi. Bütün müşteriler ayaklarını kestiler ve korkunç bir yalnızlık başladı. Hadi bu müşteriler Türkiye’de olan bitenlerle, 12 Eylül’le aynı fikirdeydiler ve ben onların gözünde “vatan haini” veya en azından “birlikte olunması sakıncalı” biriydim. Ya peki 79 ve 80 yıllarında haftada en az 3 kez telefon edip “Aman! Dayanışma konseri var gelir misin?” diyenler, Almanya’da turne düzenleyip, işler biraz ters gidince devrimcilik adına konserin ücretinin yarısını vermeyenler, örgütler, dernekler, birlikler, teşkilatlar neredeydiler? Ya peki dostlar… şanlı konserler sonrası “aslan, kaplan” diyenler nerdeydiler…
Bütün o tepetaklak günlerde bir tek Meral vardı yanımda Tanrı biliyor ya. Bir de içki şişeleri. Haaa bir de Hamburg’ta metrodaki yaşlı posbıyıklı Türk işçisi. “Cem Kardaş” demişti “Olur böyle şeyler, al işte adresim, evde çorba kaynıyor gel kal istediğince, sen bizimsin!”

Her gün sabaha kadar içiyor ve bir çıkış yolu arıyordum. Bir şeyler yapmalıydım. Ama hokkabaz değildim ki şapkadan tavşan çıkarayım. İşim sahnedeydi benim ve bir ekibe, en önemlisi seyirciye ihtiyacım vardı.

İmdadıma yöneticiliğini Ali ile Yaşar’ın yaptığı Münih Halk Kültür Merkezi yetişti. İşçilerin ve ikinci kuşak gençlerin gittiği bir dernekti. Folklor ve benzeri çalışmalar yapan hazır bir kadroları ardı. Kuşkusuz politik bir tavrı da vardı ama, sağlıklı bir şeyler üretmek için işbirliğine gidilebilirdi. Özünde tam bir demokrasi hakimdi derneğe, çözüm olarak top, tüfek, tabanca önerilmiyor ama her şey tartışılabiliyordu.

İşte bu dernekte “Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedrettin Destanı” şiirini müzikleyip yer yer modern bale unsuru katarak seyirlik bir olay haline getirmeye çalıştık. Türkiye’nin ayrı ayrı yerlerinden gelmiş, ayrı ayrı lehçeleri olan bu gençlere Nazım’ın Türkçesini söylemek hele düz bir yorumla şarkı söyletmek, hele hele birkaç sesli koro söyletmek ve bunu son derece kısıtlı teknik olanaklarla gerçekleştirmek epeyi zorlu bir işti. Üstüne üstlük bu oyunu Almanlar da seyredeceklerdi. Program dergileri filan bastırılmış iki dilde açıklamalar yapmıştık. Kendimi 50 milyon Türkün yaşadığı bizim toprakların 10 bin yıllık kültürünü ve de Nazım’ı yorumlamak gibi bir sorumluluğun altına sokmuştum.
Perde açılırken yaman bir şekilde yakarıyordum Tanrı’ya “Allahım sen beni mahcup etme” diyerek, kirpiklerimden asılıyordum sanki.
Oyunun sonundaki alkışlar içime nasıl iyi gelmişti anlatamam.
Aynı yıl ilk grubumu toplamış adını da “Anadolu”dan türeterek “Anatoloji” koymuştum. İlginç bir denemeydi benim için. Çünkü ilk defa arkamda hiçbir elektronik alet yoktu. Grupta iki tane akustik gitar, bir yaylı tambur, bir alaturka klarnet, Ramazan davulu, perküsyon ve flüt vardı. Gitarları Almanlar flütü yarım kan bir Yunanlı, gerisini de Türkler çalıyorlardı. Davulcu ile klarnetçi folklorcu, yaylı tamburcu alaturkacı, perküsyon çalan arkadaş da arabeskçiydi.
Köln’de de konserden konsere bir araya gelen bir grubum vardı ama Münih’teki arkadaşlarla yaptığımız çalışmalar daha anlamlıydı benim için. Hele Münih’teki grupla katıldığımız bir Berlin konseri ve konser sonrası aldığımız plak teklifini hatırladığımda hala duygulanırım. Gerçi plak teklifi, havada öylece bir teklif olarak kaldı ama, o Berlin konseri bize koskoca bir Almanya turnesini de birlikte getirdi.

Yeşiller, yeni kurulmuş bir partiydiler ve seçimde propaganda yöntemi olarak bir sürü etkinliğin yanı sıra bir de tüm ünlü sanatçıların katıldığı turne düzenlemişlerdi. Bu turneye katılmamızı önerdiklerinde havalara uçtum sevinçten. Öyle ya! “Vatansız” ben Türkiye ve Türkleri temsil edecektim.
İşte bu turne sırasındaki gözlemlerim Almanya’daki yaşantımı Türkiye, Türkler ve Almanlar’la ilişkilerimiz açısından iyice ayrıştırıp çözmeme yaradı. Alman aydını ki “Türk”e olumlu bakıyordu, ancak bilerek, tanıyarak ve anlayarak değil, kendi yurttaşı tarafından dışlanan bu insanlara üzüldüğü için ve de geçmişinde büyük bir Yahudi kıyımı olduğu için geçmişinde utanarak ve olumlu bakmak zorunda olduğuna inandığı için, olumlu bakıyordu. Bu ise zaten yanlış bir yerde olan bir oluşuma, bir de yanlış bakışı getiriyordu. Sakat artı sakat eşittir sakatoğlu sakat. Bu durumu nasıl düzeltmeliydik? İşte en önce bu soruyu sordum kendi kendime.

Yanıt açıktı! Alman’a derdimizi, kendimizi Almanca anlatmalıydık ki anlasın. Öbür türlü Türkçe söylemekle sorunumuzu ki çoğunlukla bu yapılıyordu, kendimiz söyleyip kendimiz dinlemekten kurtulamayacaktık.

Almanya’da o yıllarda bir yabancı düşmanlığı, ne yabancısı, bal gibi bir Türk düşmanlığı vardı. İlginç olan da böylesi bir sorunun varlığını, yani Türkler’in Alman toplumu için artık ir sorun haline geldiğini de ilk kez Sosyal Demokrat Başbakan Bay Schmidt söylemişti açık açık kamuoyuna. Biz belki o dönem biraz bozulmaya başlayan Alman ekonomisini iyi yönetemeyen Sosyal Demokratların, bulunduğu bir şamaroğlanı, bir mazerettik. Ama şu ya da bu nedenden eskisi kadar para kazanamayan bir Alman işçisi “Bir sorumlu” bulmuştu artık öfkesini boşaltacak. Komşusu Türk! Düne kadar sorun gibi görünmeyen her şeyimiz batmaya başlamıştı artık. Bir sürü çocuğumuz ve onlar için aldığımız çocuk paraları, kadınlarımız, başörtü ve kılıkları, insanlarımızın davranış biçimleri vs. vs. Hoş bundan Almanlar’la iyi ilişkiler geliştirmiş, büyük şehirden gelen, Almancası iyi, bür sürü uyum sağlamış aydınlarımız da (!) şikayetçiydi. Olur muydu canım. Ya bu deveyi güderdik ya bu diyardan giderdik. Hem neydi şekerim? Adamlar dağdan gelmişler bir kere, medeniyet yoktu bu kırolarda, Allahın ayıları no’lucak.

Ve bu insanların, Almanın da, Türklerin bir ufak kısmının da dışladığı insanların adedi bir buçuk milyondu, karıları, çocukları, birikmiş paraları ve sorunları, sorunları, sorunları vardı.

İşte bunları anlatabilirdim Almanlara, anlatmalıydım. Hem de Almanca.
Ne diyorlardı duvarlara “Türken Raus” “Türkler dışarı” diye yazanlar bize?
“Kanaken”
Grubumun adını bulmuştum
“Kanaken”

15 yıl önce, 15 yıl sonra

Bir daha dünyaya elseniz ne olmak isterdiniz?

“Yine şarkıcı”
“Yine sanatçı olurdum”

İlk plağınızın adı nedir, şimdiye kadar kaç plak doldurdunuz?

“İlk plağım Emrah’tı. Yirmiye yakın plak yaptım.”
“İlk plağımın adı Emrah. Şimdiye kadar kaç plak doldurduğumu rakam olarak vermem olanaksız. Ama şimdiye kadar 8 long-play doldurdum.30-40 tane de 45’lik plak doldurmuşumdur.”

Yalan söylermisiniz?

“Bol bol.”
“Bazan, gerekirse söylerim.”

İlk grubunuzun adı nedir?

“Profesyonel olarak Apaşlar”
“İlk grubumun adı Cem Karaca ve Dinamikler.”

Beğendiğiniz yabancı sinema sanatçıları kimlerdir?

“Gianni Marie Bolonte, Jeanne Moreau”
“Dustin Hoffman, Marlon Brando, Paul Newman… Kadın oyunculardan Meryl Streep, Catherine Hepburn. Yani işi oyunculuğuyla götürenler.

Sizce başarının sırrı nedir?

“Şans ve akıl. Elde ettikten sonra iyi kullanmak.”
“Çalışmak ve şans.”

Şarkıcı olmasaydınız ne olurdunuz?

“Herhalde yine sanatla ilgili bir işle uğraşırdım.”
“Şarkıcı olmasaydım, ya müzikle ilgili bir iş yapardım, örneğin bateri çalardım ya da tiyatro oyuncusu olurdum. Yani sahneyle ilgili bir şey yapardım.”

En çok hangi tür müzikten hoşlanırsınız?

“Normal olarak türküleri severim. İçki içerken batı müziğini, rakı sofrasında otururken alaturkadan hoşlanırım.”
“Arabesk dışında bütün türlerden.”

Boyunuz ve kilonuz nedir?

“1.84’e 67”
“1.84’e 67”

Boş zamanlarınızda ne yaparsınız?

“Saz çalıp şarkı söylerim, kitap okurum.”
“Balık tutarım, kitap okurum, yeni şarkılarımı hazırlarım, dostlarımla sohbet ederim. Sahne dışında yaptığım en önemli iki şey, düşünmek ve sevmektir.”

Eylül 1987